20 Aralık 2024 Cuma

Muhasebe Defteri


MUHASEBE DEFTERİ


        Kulağımda dokunaklı bir müzik; epey efkârlı bir sabah yürüyüşü yaparken tabiatın, sosyal çevrenin her ayrıntısı bambaşka bir anlam kazanabiliyor. Her şey derinliğine açılıyor ve his dünyam olabildiğine duyarlı hale geliyor.

    Işıklarda durmuş ve yeşilin yanmasıyla yavaş yavaş hareket eden bir otomobilin konsolunda duran defter ve bu otomobili kullanan işçi tulumlu adam, nereden icap ettiyse, muhasebe fikrini uyarıyor bende. Öyle ya, herkesin bir defteri var ve bu defter, yazılmasındaki amaca hizmet etmek için, günün birinde, saatin birinde muhakkak ki açılacak.

    Tulumlu adamın defteri, muhasebenin bir iş için ne kadar gerekli olduğunu işaret ediyor. Muhasebesiz yapılan işlerin sonunda hüsran var diyor.

    İnsan ömrünün, insanın amellerinin de bir muhasebesi var. Defterimizi elinde tutan iradenin, bu defterin kapağını açıp, sayfalarını çevirip muhasebeye başlaması an meselesi. Ruhumuzun kabzedilmesi an meselesi, hesap- kitabın görülmesi an meselesi.

    Muhasebe fikrimi tetikleyen başka bir hadise de bu muydu acaba? Ben yeterince muhasebe yapabiliyor muyum? Muhasebeni hakkını verebilecek kadar mahir bir muhasip miyim? Tabletimi masaya koymuştum. Yaklaşık kırk beş derecelik bir açıyla, ekranda Sherklock Holmes izliyordum. Bir anda ekran karardı. Ekranın kararmasından ve seslerin kesilmesinden yaklaşık iki saniye önce “kapanıyor” diye bir yazı belirmişti ekranda. Daha ben “Ne oluyor?” demeden, her şey bir anda bitiverdi. Az önceki renkli sinema sahnesi bir anda, kendi yüzümü gösteren bir aynaya dönüşmüştü. “Yarım kaldı” dedim. Filmin baş aktörü, daha ne esrarengiz olayları aydınlatacaktı; ne cinayetlerin üzerindeki sır perdesini kaldıracaktı. Fakat arkadaşı Doktor Watson’un: “Holmes! Bu işi mutlaka almalıyız, anlıyor musun? Holmes! Beni duymuyor musun yoksa?” sorularına cevap bile vermeden her şey bitti.

    Kabristanlar, yüz senelik hayatı için, bin senelik plan yapan ölülerle doludur. Daha neleri alıp, neleri satacak; ne işler başaracaktır insanoğlu. Ölüm bir anda kapatır defterleri. Yekûn hattı çekilir, alacak verecek hesap edilir.

  
 
Faruk GÜVEN-  Edremit- 2018


29 Mayıs 2023 Pazartesi

Yetimlik

 

               

                                                                                YETİMLİK

     1 Eylül 2018

            Voice of America (VOA) televizyonunda, Amerikalı Senatör John McCain’in cenaze töreni yayınlanıyor. Canlı yayında, kürsüde genç bir bayan ağlayarak bir şeyler anlatıyor. Salon tıklım tıklım dolu. Ön tarafta katafalka konulmuş ve üzerine Amerikan bayrağı örtülü bir tabut. Katafalkın önünde kurulmuş olan kürsüde ağlayarak konuşan genç bayan, Meghan McCain. John McCain’in, yani mevtanın kızı. Bu tablo, yetimliğin Amerikancası ve ağlamanın ecnebicesi.

Milliyet, renk, lisan ne olursa olsun, yetimlik aynı yetimliktir. Babasızlık, ruha işleyen kasvetli bir atmosfer gibi, kimi ağlatacağını iyi biliyor. Ben bunu bu yazıyı yazdığım tarihlerden henüz yaşamamıştım.  Fakat yaşayanlara da yakinen şahit oldum.

Kırk küsür yaşında olan bir arkadaşımın babası ölmüştü ve ben kabristanda, yetimliğin yaşa, başa bakmadığını gördüm. Arkadaşım ve kardeşi, babalarını kabre indirip, elleriyle kabre toprak atarken, onların nasıl gözyaşı döktüklerine şahit olmuştum. Bu yaşta bile yetimlik nasıl derinden ve yakıcı olarak hissediliyormuş, şahit olmuştum. Yıllar geçtikten sonra, babam ölünce dünyanın yarısını da alıp götürdüğünü, iliklerime kadar işleyen bir acı ile hissetmiştim. Dünyanın direkleri yıkılmış, duvarlar payandasız kalmış, baba evinin kapısının söveleri yer ile yeksan olmuştu.

Yetimlik, telafisi olmayan bir yıkım, paylaşılamayacak bir yalnızlık, içine akan gözyaşları ve kederin bin bir haddeden geçmiş en saf ve sarsıcı halidir. Yaşamayan bilmez, bilemez.

Ey, bir baba gölgesi arayan dünyanın yetimleri. Sizin başınızı okşamanın bir insanlık meselesi olduğu aşikâr iken, sizler kimin gölgesine sığınıyorsunuz? Minik ellerinizi ısıtacak bir sıcaklık, dünya semasından çekileli ne kadar zaman oldu sahi?

                                                                                (Faruk Güven, Mayıs-2023, Edremit)

 

 

 

4 Mayıs 2023 Perşembe

Sekülerleşme

 


                                            SEKÜLERLEŞME
 

Eskiden camiye, cumaya gidiyorum diye, en azından haftada bir gün yaptıkları ibadetin hatırına, devam eden haftada günahlardan uzak durmaya gayret eden genç ve orta yaşlı bir kesim vardı. Şimdilerde ise “nasılsa cumaya gidiyorum, nasılsa Ramazan ayında oruç tutuyorum” diye, kalan zamanlarda her türlü mel’aneti işlemeye meyilli insanlar çoğunluktaysa, orada sekülerleşme çoktan başlamış demektir.

İpini, dinî yaşamın bir yerine iliştirip, varacağı limanı işaretleyerek, kirli dünyanın kabarıp köpüren denizlerine rahatça yelken açıp, oynak dalgalar arasında dans eden insanoğlu, seküler yaşadığının farkında mıdır?

Din, eğer bütün unsurlarıyla, hayattan çekilmeye başlamışsa ve artık hayata yön vermiyorsa orada sekülerleşme başlamıştır. En güncel meselelerden, en kritik kararlara kadar din, eğer ki bir referans kaynağı değilse artık, o zaman insan sekülerizmin sularında yüzmeye başlamış sayılır.

Giyim- kuşamdan, muamelata; örf ve adetlerden, ticari faaliyetlere kadar her hususta belirleyici ve yol gösterici bir kılavuz olması gereken din; demode, çağdışı, sürdürülemez ve yaşama entegre edilemez bir pozisyona düşürülmüşse, artık seküler bir yaşam tarzı, bütün fakülteleriyle hayata hâkim demektir.

Elde kalan; kimisi için, bir gruba dahil olmanın sembolü, kimisi için siyasal veya sosyolojik bir dayanak unsuru olarak din, dindarlık mevhumunu yeniden tanımlayacak kadar yetkili bir hüviyete bürünmüş ve yan gözle bakanlara da maalesef menfi bakımdan pirim verecek bir konuma getirilmiştir.

Varlık sebebimiz olan kulluk ve bunu bütün unsurlarıyla kuşatan din mevhumu dünyevi işlere, tutumlara, ideolojilere alet edilirse, hayat yolundaki belirleyici, yol gösterici bir kılavuz olma vasfını yitirir. İşte tam da burada, kılavuzluğu başka ellere, ideolojilere, tutumlara, tarzlara kaptıran inançlar manzumesi olan din, hayata hayat olma ehliyetini de yitirmiş olur.

 

(Faruk Güven/ 2020/ Edremit)

 

24 Nisan 2023 Pazartesi

İki Yalan

 

                                              İKİ YALAN

            İki türlü yalan vardır, derler. Biri ortaya çıkan yalan, diğeri ise istatistik. Ben işin, istatistiğin de bir yalan türü olduğu kısmına pek katılmamakla beraber, ortaya çıkan yalan türü hakkında bir iki şey söylemek istiyorum.

Yalan söz, ortaya çıkmadıktan sonra ona kimse yalan diyemez. Yani siz bir şey söylersiniz, bu söylediğiniz şey le muhatabınızı aldatırsınız. Bu, görünüşte yalan değildir. Bunun yalan olduğunu yalnızca Allah bilir, bir de siz bilirsiniz. Fakat muhatabınız, aldatıldığını düşünüyorsa ve bunu ispat ediyorsa o zaman sözün yalan olduğu, Allah ile sizin aranızda sır olarak kalmaktan çıkar ve siz insanlar gözünde bir yalancı olursunuz. Yani atasözünde olduğu gibi, sizin sözünüzün yalan olduğu, yatsı olup da mum sönünce ortaya çıkar. Mumun yatsıya kadar yanması, yakın bir geleceği ifade ve işaret etmesi bakımından önemlidir. Bu türlü yalana getireceğimiz başka bir açıklama yok. Gelelim ikinci tür yalana.

İstatistik çok faydalı ve işlevsel bir ilimdir. Basit ya da karmaşık olarak günlük hayatımızda çoğu kez fark etmeden başvurduğumuz bir araçtır. Bazen gidip lavaş ekmek aldığım bir fırın var. Perşembe günleri kapalı oluyor. “Neden pazar günü değil de perşembe?” dedim.  Fırında çalışan çırak, “en az müşteri perşembeleri oluyordu” dedi. Bu yargıya varmak için en az birkaç hafta günlük ciro takibi yapmış ve tatil yapmak için en az ciro yapılan günü seçmişlerdi. Alın size tecrübeyle sabit, şaşmaz ve yanıltmaz bir istatistik. Ne grafiğe ihtiyaç var ne aritmetiğe. Sadece kasada biriken parayı saymak yeterli.

İstatistik bazen can sıkıntısını da alır. Ne bileyim, cadde üzerinde bir eve misafirliğe gitmişseniz, yapacak bir şey yoksa anayoldan geçen arabaları sayarsınız. Dakikada kaç araba geçti, kaçı kamyondu, kaçı minibüstü filan. Yahut renk tercihlerine göre bir çıkarımda bulunmak da mümkündür. Kaçı beyaz, kaçı gri, kaçı siyah gibi…

Ben evvelden istatistiği bankamatik ya da elektrik faturası kuyruğunda beklerken kullanırdım. Şimdi bütün ödemeler internetten oluyor. Öyle uzun boylu kuyruklara girmiyoruz. Fakat sıradayken, kuyruk da uzunsa eğer sırası gelen kişilerin işlem yapma sürelerini hesaplar bunu, önümde kaç kişi varsa ona göre çarpar, böler ve çok yaklaşık bir sonuç elde ederdim. Hesabımın neredeyse tuttuğunu görmek de keyif verirdi. Bazen sıranın gelmediğinden yakındığı için oflayıp puflayanlara da “size şu kadar dakika sonra sıra gelecek” derdim. Buna karşı tarafın aldırmayışına da çok kafayı takmazdım.

Şimdilerde seçim anketleri yapılıyor. Son bir ayda beş telefon aldım anket için. Beni rastgele seçmediklerinden de neredeyse emin olmaya başladım. Arayanların üçüne cevap verip ankete katıldım. Ne de olsa istatistik bir ilimdir ve benim de buna bir katkım olacaksa ne saadet.

İkinci tür yalan için istatistik diyorlar ya ben pek yalanını görmedim şükür. Yani veri toplayıp, istatistik yapanlar işlerini baştan sağma yapıyorlarsa, eksik veri ile hesap yapıyorlarsa ya da anket gibi işlerde manipülasyon yapıyorlarsa bir şey diyemem. Buna dense dense ancak “kuyruklu yalan” denir. Kuyruklu yalana lügatler: “İnsanın kanması için süslenmiş büyük yalan.” diyorlar.  Biz de başka bir şey diyemeyeceğiz vesselam.

 

                                                                        24.04.2023/ Edremit

27 Ocak 2023 Cuma

İki Tarz-ı Telakki

                                                         İKİ TARZ-I TELAKKİ

 

    Karşılıklı iyi niyetin, bütün engelleri aşmaya muktedir olduğuna bir kez daha şahit oluyorum. Bütün engeller, derken çok mu peşin yargılıyım acaba? Anladığımı yazmak; yazdığımın şuurunda olmak, sözlerimi idrak etmek, sindirmek, bir imbikten süzüp arı-duru hale getirmek geçerli bir durum değerlendirmesi olabilir mi acaba?


Yazıyorsam eğer, gözlerim, yüreğim birer rasathane gibi işlemelidir. Ayrıntıları kaçırmak büyük kayıp olur. Defter bir talim alanı gibi boş ve edilgen, kalem ise her an talim etmeye hevesli ve teyakkuzda dimdik beklemeli. Her hadiseyi, yoğurup işlemeliyim. İşte onlardan biri teyakkuzda duran kaleme “arş iiileri!” emrini veriyor. 

*

Biz hastanede mesai saatleri dışında kapalı olan bir otomatik kapıya doğru giderken, kapının yanındaki bankonun arkasında duran şişman, tıknaz bir güvenlik görevlisi,  “Hoop hemşerim! Nereye gidiyorsunuz? Biz burada eşekbaşı mıyız? Karşı bloğa geçmek için o kapının bu saatte kullanılmayacağını bilmiyor musunuz?” diyebilirdi. Bunu deseydi, elbette ki çok haklı olurdu. Zira bulunduğumuz bloktan karşıya, kestirmeden geçmek için kullanılan tünel geçit, mesai saatleri dışında kapalı oluyor ve karşı binadaki servislere geçmek için epeyce zahmet çekmek gerekiyor. Fakat bu güvenlik görevlisi haklı da olsa, bu sözleri sarf etmesi kırıcı olabilirdi, etmedi. Geçelim asıl meseleye.

Güvenlik görevlisi elindeki kartı duvardaki sensora okutarak kapıyı açıyor ve gülümseyerek müsaade ediyor bize. Biz geçide giriyoruz ve hızlı adımlarla yaklaşık yüz metre uzunluğunda olan tünelin sonuna kadar geliyoruz. O da ne? Tünelin çıkışındaki kapı da kapalı. Sonra arkamızdan “lap lap” ayak sesleri duruyoruz ve birinin koşarak geldiğini anlıyoruz. Kapıdaki güvenlik görevlisi, o tıknaz ve göbekli haliyle yetişiyor imdadımıza. Tünelin ucundaki kapıyı da açıyor. “Size zahmet verdik beyefendi, yorduk sizi.” diyorum. “Ne demek, görevimiz.” diye karşılık veriyor. Adamı alıp ciğerime sokasım geliyor.

Bir üçüncü senaryo nasıl olurdu bilemiyorum. Ben bu kapalı binada kapıları fethetme olayını yaşayalı ne kadar oldu sahi? Defterime not almamışım bunu. Üçüncü bir senaryoya da gerek yok sanırım.

Biri kurgu, biri gerçek iki senaryo, iki tarz, iki telakki. Dünyayı güzelleştirecek şey, bir tebessüm, bir hüsn-ü hal, o kadar vesselam…


  (Faruk GÜVEN/ Düş ve Sembol Yazıları/ Denemeler)

12 Ocak 2023 Perşembe

Güney Köprüsü

GÜNEY KÖPRÜSÜ



     Bilgisayarım arızalanmamış olsa, “Güney Köprüsü” diye bir şeyden muhtemelen haberim olmayacaktı. Başka bir vesile ile duysam, bunu coğrafi bir terim ya da yer tarifi zannedebilirdim. Bilgisayarın anakartı üzerinde bir bölümmüş meğerse. Arızalı bölüm güney köprüsüymüş ve anakartın değişmesi gerekiyormuş.

Elimdeki çalışan tek bilgisayar da buydu ve bunu tamir ettiremezsem yazı-çizi işlerimi yapamayacaktım. Tamirci “bu bilgisayarı çöpe at” dedi. Çünkü tamiri olmuyormuş. Mutlaka parça değişimi gerekiyormuş. Anakartı değiştirmek için de servisin fahiş bir fiyat isteyeceğini söyledi.


Düşündüm de zaten zor zanaat almıştım bu bilgisayarı. Şimdi tamirden başka çarem yoktu. Fakat tamir imkânsızdı. Parça değişimi de yeni bir bilgisayarın fiyatına yakınsa o zaman yeni bir bilgisayar almak artık kaçınılmaz hale gelecekti.


Tamir edilecek ya da parça değişimi ile bir nebze olsun eski haline dönüp işimi yapmama yardımcı olacak bir bilgisayardansa yeni bir bilgisayar almak daha mı mantıklıydı?


Bir alışveriş yapmadan önce fıtri kanunlar gereği olarak, yapılması gereken birkaç şey vardı. Bunlardan biri, bilen birine danışmaktı ki ben zaten tanıdığım ve dürüstlüğüne güvendiğim bir tamirciye danışmıştım. İkincisi ise birkaç gün beklemekti ve bu bekleyiş, satın alınacak şeyin bir istek mi yoksa bir ihtiyaç mı olduğunun sarahaten ortaya çıkması için yeterli bir süreydi. Ben değil birkaç gün, neredeyse bir ay kadar beklemiştim ve alınacak bir bilgisayarın tam anlamıyla bir ihtiyaç olduğunu belirlemiştim. Öyle ya, alışveriş yapan kişinin hüsrana uğramaması için bir rehberin yönlendirmesine ihtiyacı vardı ve benim için o rehber, Rehber-i Ekmel olan Peygamberimiz’in çağlara ışık tutan sözleriydi. Evet, ihtiyacı belirleme ve onu temin etme adına engin bir tavsiye, bundan sonraki aksiyonuma dümen tutacaktı. Fakat bu hangi mahiyette gerçekleşecekti? Eldekini tamir mi yoksa bir yenisini almak mı?


Şimdi yeni bir bilgisayar alsam;


Evvela benim için, bir bilgisayar daha çöpe gidecekti.


Benim için, fabrikanın üretim bandından yeni bir bilgisayar daha yürüyüp çıkacaktı.


Benim için, fabrikanın bir vardiyasında çalışan yüzlerce işçinin, iş üreteceğim diye anası ağlayacaktı.


Benim için, faizci patronların cepleri, emek sömürüsünden elde ettikleri haram paralarla, biraz daha şişecekti.


Benim için, kapitalizmin payına düşen emperyal sömürünün kulelerine bir burç daha eklenecekti.


Benim için, çöpe gidecek bir bilgisayarın zararlı atıkları, tabiatın canına okuyacaktı.


Benim için, israf düzeni put edinmiş, nemelazımcı ve maymun iştahlı müsriflerin safına bir nefer daha yazılacaktı.


Benim için…


Benim için hakikaten artık yeni bir bilgisayar almak vacip oldu. Bu yazıyı tamamlamadan evvel bilgisayarı servise götürdüm. Öyle ya, tamirci ile filan olacak iş değildi. Servisten haber geldi. Belirledikleri fiyat, birkaç sene önce bilgisayarı satın alırken ödediğim fiyatın tam bir buçuk katı kadardı. Servisteki görevli de “At bunu çöpe hocam.” diyor.


Şimdi epeyce düşünmek zamanı.


Tamir mi, yenisini almak mı?


Ne güney köprüsüymüş arkadaş? Yıkılınca tamir de olmuyormuş.

 

Faruk GÜVEN / 25.05.2020 / Edremit  

 


20 Aralık 2022 Salı

İnsanlar Ne Kadar Yalancı?

 

İNSANLAR NE KADAR YALANCI?

 

“İnsanlar ne kadar yalancı?” sorusunun cevabı bir gözlem ve tespit meselesi. Kendimce bir tespit yaptım elbet. Bir değer ölçüsü, bir mihenk ve özgün bir fikir ortaya çıkardığımı sanıyorum.

İnsanlar o kadar yalancı ki dürüst olduğuma, yalan söylemediğime/ söylemeyeceğime inandıramadığım/ inandıramayacağım kadar yalancı. Fert fert bütün toplum, hamuru yalanla karılmış bir ilişkiler yumağı içinde ya da hadiselerin sarmalında, hayatlarından memnun olarak yaşıyorlar. Doğruyu söyleyince sularını bulandırıyorsun. Alışık değiller çünkü bünyelerine ağır geliyor, hemen ateşleri yükseliyor insanların.

Bazen bir insana, bir mesele hakkında doğru bir şey söylemek ve onu eğri yolun encamından çevirmek için “Nasıl anlatırsam inanır?” diye günlerce düşünüyorum. Hatta belki de yalan söyleyerek hiç olmayacak, hiç inanılamayacak bir meseleyi daha kolay kabul ettirebilirim diye düşünmüyor da değilim. Öyle ya bünye eğer sıcağa alışmışsa, bir bardak soğuk su içirmek insanı zatürre bile edebilir. Yani akıl, duyuş, his, frekans meselesi bu. Tutturmak, uymak, rezonans olmak lazım.

Doğru söyleyeni dokuz köyün dokuzundan bile kovmuşlar. Doğruyu söyleyen, kendine o günden beri bir köy bulup yerleşemedi sanırım. Doğruyu söyleyenler bu dünyada hep sürgün yaşamaya mahkûmdurlar. Doğru söyleyenlerin kaderinde hep kovulmak vardır maalesef.

Doğru söze inanmayanların, doğrucu insanları sevmeyenlerin, onları yanında yöresinde görmek istemeyenlerin yalanlarla dolu dünyasında bir gün perdeler kapanacak, ışıklar sönecek ve eşya bütün mahiyetiyle bir kez daha ve ebedi olarak ortaya çıksın diye hiç zeval bulmayacak bir güneş doğacak. Artık o sonsuz güneşin altında doğrucuların, yalancılara bir şey anlatmasına gerek kalmayacak. “Ben demiştim ama”, “bak inanmamıştın bana” gibi cümleler sarf etmeye ihtiyaç olmayacak. Herkes her şeyi ayan beyan görecek.

Akıl, insana bahşedilmiş en büyük nimettir. İlim, insanoğluna Allah tarafından verilmiş bir emirdir. Aklı işletip, merakına yol verip, doğruları araştırma adına gayret sarf edip, yalanı doğrudan ayırabilecek bir bilince ulaşabilir insanoğlu. Aldatmamak, aldanmamak lazım. Bunun için her söylenene değil doğru söylenene inanmak gerekir. Zaten yalanın ömrü yatsıya kadardır. Doğrular ise, eşyanın ve hadiselerin lif lif çözülüp ayıklanacağı sabahların öncesinde, atmayı bekleyen şafaklar gibi bütün gözlere ve kulaklara ulaşmayı sabırla beklemektedir.  

 

Faruk GÜVEN

      Aralık 2022, Edremit